Çeviri Olgusu…

                                                       Beki HALEVA

                                                                                                 Yıldız Teknik Üniversitesi

                                                                                     Fransızca Mütercim-Tercümanlık

Çeviri olgusu yaşadığımız küreselleşme sürecinde, özellikle XX. yüzyılın ikinci yarısında, vazgeçilmez bir etkinlik olarak “olmazsa olmaz”ların arasında yerini almıştır. En geniş anlamıyla bir dilsel bağlamdaki sözlü ya da yazılı bir iletinin bir başka dilsel bağlamda yeniden eşdeğerli olarak kurulması olarak tanımlayabileceğimiz çeviri edimi farklı ekinler arasında bir köprü işlevini üstlenir. Onun önemini ve bilimsel yanını çağımızla sınırlamak yanlış olacaktır, çünkü bu konuda yapılan en küçük araştırma bile bizi eski çağlara, M.Ö II. yüzyılda yaşamış Cicero ve Horatius’a kadar götürmektedir. Hatta bu tarihi daha eskilere çekmek ve çevirmenlik mesleğinin insan topluluklarıyla neredeyse eşzamanlı olarak ortaya çıkmış olabileceğini söylemek mümkündür. Fransa’da bu mesleğin tanınması için büyük bir savaş vermiş olan ünlü çevirmen Laure Bataillon “Dünyanın en eski mesleği aslında düşündüğünüz değil, çevirmenliktir” dediğinde, çeviri mesleğinin gerekliliğini ve önemini tarih öncesi dönemlere uzanan geçmişini vurgulayarak belirtmek istemiştir kuşkusuz.

            Çeviride çevrilebilirlik ve çevrilemezlik olguları her dönem kısır tartışmalara yol açmıştır. Ancak XX. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan çeviri kuramları, çeviriyi özerk bir bilim çerçevesine  oturtmuştur. Çağdaş çeviribilimciler mutlak çevrilebilirlik ve çevrilemezlik düşüncesine karşı çıkarak varış diline aktarmada belli yitimlerin olmasının önlenemeyeceğini ama çevrilebilirliğin her koşulda bir ölçüde de olsa gerçekleştirilebileceğini dile getirmişler ve farklı yaklaşımlar sergileyen kuramlar geliştirmişlerdir. Bu kuramları, çeviri olgusuna yalnızca bir kuş bakışıyla değinen bu yazıda, ele almak elbette olanaksızdır. Ancak yine de bir fikir verebilmesi amacıyla çeviri yaklaşımlarını üç grupta toplayıp ana hatlarını kabaca çizmeye çalışalım. Bu yaklaşımların bir kısmı temel hareket noktası olarak çıkış dilini ve metnini esas alır, gerek sözdizimi gerekse sözcükler bakımından çıkış metnini çok yakından izleyen “sözcüğü sözcüğüne” diye nitelendirilebilecek çeviriler gerçekleştirmeye çalışır.

Bu yaklaşıma karşıt diyebileceğimiz varış metnini esas kabul eden bir başka bakış açısıysa varış dili odaklı kuramların geliştirilmesine yol açmıştır. Bu görüşe göre çevirmen “uyarlama” niteliği olmadan, çıkış metnini varış bağlamındaki ekinsel, toplumsal, tarihsel, siyasal … değerlerle ve varış  bağlamına özgü deyimlerle donatabilmekte, hatta metni yer yer ulusallaştırmakta sakınca görmemektedir.

Bu iki karşıt yaklaşımların yanı sıra ara yol gibi düşünülebilecek bir üçüncü yaklaşımsa çıkış metninin içeriğinin değişmezliği ilkesi üzerine kurulu “anlam odaklı çeviri” olarak tanımlanabilecek çeviri yaklaşımıdır. Sözce, söylem, biçim, biçem, işlev ve etki düzeyinde tümüyle eşdeğerli bir çeviri söylemi yaratmayı amaçlayan bu görüşü az da olsa açmaya çalışalım. İster sözlü (konferans çevirmenliği, ardıl çeviri, bağlantı çevirmenliği), ister yazılı çeviri (teknik çeviri, yazınsal çeviri, film çevirisi, tiyatro çevirisi …)  alanlarında uygulanabilecek bu çeviri yaklaşımında dilsel göstergeler ile dildışı bilgiler sürekli olarak birlikte değerlendirilmektedir. Bu yaklaşımı benimseyen çevirmenin çıkış metninin içerdiği düşünceyi, amacı, söylemek isteneni çok iyi anlayıp yorumlayabilmesi ve bunları farklı bir ekinsel bağlamda, metnin anlamsal, anlatımsal, biçemsel ve biçimsel özelliklerini yitirmeden, anadilindeki doğallıkla ancak metni ulusallaştırmadan, sanki yazar yapıtını varış dilinde yeniden yazıyormuşçasına  varış dilinde tümüyle eşdeğerli bir söylem oluşturması gerekmektedir.

Yukarıda sözü edilen bilimsel çeviri çalışmalarının ülkemizdeki yansımasına göz atmaya çalışalım şimdi de. Çeviri alanında Türkiye’de yapılan çalışmalara kısaca değinecek olursak ülkemizde okurun Batı yazınından yapılan yazınsal çevirilerle karşılaşması ilk kez XIX. yüzyıl ortalarında olmuştur. Cumhuriyetin kurulmasından Mustafa Kemal’in ölümüne dek geçen süreçte bir yandan ekonomik kalkınmaya ağırlık verilirken, öte yandan Cumhuriyetin çağdaş uygarlığa yönelik temel ilkeleri saptanmıştır. 1940’lı yıllara gelindiğinde devletin temel politikasının ekinsel kalkınmaya yönelik olduğu gözlenmektedir. Batının klasik ve modern yapıtlarının sistemli bir şekilde Türkçeye çevrilmesi için Tercüme Bürosu’nun kurulması bu anlayışın en belirgin göstergesidir. Yunan klasiklerinin  çevirileriyle başlatılan bu seferberlik sayesinde sayıları her yıl artan çeviriler yaygınlaşmış ve tüm dünya klasiklerini de kapsar olmuştur. Tercüme Bürosu, bu etkinliğin yanı sıra Tercüme dergisini de çıkararak çeviri üzerine görüşlere ve çeviri eleştirilerine yayınlanma olanağı sağlamıştır. Yine aynı yıllarda çeviriyi irdeleyen dergilerin ortaya çıkması çeviriye olan yöneliş ve ilgiyi daha da somutlaştırmıştır. Çevirinin bilimsel bir çerçeveye oturtulması ve Batıdaki örneklerde olduğu gibi üniversitelerde öğrenilen bir meslek dalına dönüşmesi içinse seksenli yılları beklemek gerekecektir. 1983 yılından itibaren seçkin üniversitelerde açılmaya başlanan mütercim-tercümanlık anabilim dalları çeşitli yabancı dillerde çalışabilecek bilinçli çevirmenler yetiştirmeye başlamışlardır. 80’li yılların çabaları 90’lı yıllara gelindiğinde daha da somutlaşmış ve bu alanda yapılan ulusal ve uluslararası çalışmalarla çeviri ülkemizde de bir bilim dalı olarak hakkettiği konuma sahip olmuştur. Günümüzdeyse bu çabalar artık meyvelerini vermeye başlamıştır. Meslek öğrenimi almış yetenekli çevirmenlerin piyasaya çıkmalarıyla sözlü/yazılı çeviri alanında kalitenin yükseldiği söylenebilir. Kaliteli ürünlerin çoğalması doğal olarak tüketicilerin de bilinçlenmelerine ve beklentilerinde çıtayı yükseltmelerine yol açmış görülmektedir. Çok sık olmasa da, bugün artık yayımlanmış “kötü” bir çeviri eleştiriler sonucu piyasadan çekilip ancak gerektiği gibi çevrildikten sonra yeniden yayımlanabiliyorsa artık Türkiye’de çeviri alanında da bir uyanış söz konusudur diyebiliriz.

Her biri bir tez konusu olacak kadar kapsamlı konulara birer paragrafla değinmek okura, özellikle konuya yabancı olan okura, pek bir şey kazandırmayacaktır kuşkusuz. Ancak bu kısa yazının yine de kapıyı aralayacağını ve okurun ilgisini, az da olsa,  çeviriye, bu nankör mesleğe (bu konu kendi başına kapsamlı bir şekilde bu piyasada savaş verenlerce kaleme alınmayı hak ediyor kanımızca) gönül vermiş çevirmenlere ve onların yetişme koşulları ile sorunlarına doğru yönelteceğini umuyoruz.

DÜNYA GAZETESİ