Mehmet Hakkı Suçin’le Şiir ve Çeviri Üzerine
ÇD: Şiir çevirisi insanlığı birbirine bağlayan en önemli çeviri alanlarından biri belki de. Okuduğunuz ilk çeviri şiiri hatırlıyor musunuz?
M.H.Suçin: Aytunç Altındal çevirisiyle Halil Cibran’ın Ermiş isimli eseri. Kitap düzyazı metinler içeriyordu ve ben onun şiir olduğunu bilmeden okumuştum. Metnin düzyazı şiir olduğunu çok sonra, kaynak metne aşina olduktan sonra öğrendim. Çeviri şiir okumalarım edebiyat kuramları, şiir eleştirisi alanında kuramsal kitaplar okumaya başladıktan sonra çoğaldı. Ondan sonra Baudelaire, Rimbaud, T.S. Eliot okumaya başladım.
ÇD: Yönlendirmiş olmayalım, ama çevirisiz şiir olur mu? Sizce şiirin çevirilerle beslenmesi gerekir mi?
M.H.Suçin: Çeviriyi Roman Jakobson’ın yaptığı gibi diliçi, dillerarası, göstergelerarası şeklinde sınıflandırırsak çeviri işlemine yüklediğimiz anlamsal değeri genişletmiş oluruz. Şairlerin başka şairleri, yazarları okuyarak kendi seslerini yarattıklarını, geliştirdiklerini düşünürsek çeviri olmayan şiir de aslında geniş anlamda çeviri kabul edilebilir. Öyleyse zaten “çeviri” olan bir şiiri başka dile aktardığımızda oluşturduğumuz metin, çevirinin çevirisi olur. Öte yandan diller arası çeviriden beslenmeyen şiir bir süre sonra kendini tekrar edebilir. Bildiği sınırların dışına çıkmaz; farklı şiir seslerini, biçimlerini, izleklerini tanıma fırsatına sahip olmazsa hem kendini hem de verili olanı aşma şansını elde edemez. Bu ise şiirsel anlamda tökezlemeye, yerinde saymaya neden olur. Türk edebiyatının evrelerine bakacak olursak hepsinin arka planında “öteki”nin şiiriyle etkileşimini görürüz. Fars ve Arap şiirinden, yer yer bu ikisinin tasavvuf damarından beslenmeseydi bugün elimize geçtiği haliyle bir divan edebiyatından söz edemezdik. Yahya Kemal ve Ahmet Haşim’in “neoklasik” açılımlarının yanı sıra Garip ve İkinci Yeni arayışlarının Batı şiirinin etkisinde gelişmediğini söylemek mümkün mü? Bu yüzden çeviri, bir dilin şiirinin kanonunu oluşturacak, şekillendirecek ve geliştirecek kudrete sahiptir. Çevirisiz edebiyatın sınırlarını genişletmesi hatta o sınırları aşması beklenemez.
ÇD: Siz şiir de yazıyorsunuz değil mi? Yazmıyorsanız, ailede bir şair var, Elçin Sevgi Suçin – onun şiir dili sizin çevirilerinize etki ediyor mu, etti mi?
M.H.Suçin: Edebiyatla haşir neşir olan bir ailenin çocuğu değilim, bu yüzden müfredatta okuduklarımızı saymazsak şiir kitaplarıyla karşılaşmam geç oldu. Fakat ilginçtir ki lise yıllarımda içimi döktüğüm bir şiir defterim vardı. Aşk, insan ve adalet temalı şiirler yazdığımı hatırlıyorum. Şimdi o metinleri düşündüğümde o yaştaki pek çok genç insan gibi duyarlılıklarımı ifade ettiğimi fark ediyorum. Arap Dili ve Edebiyatı okuduğum yıllarda zaman zaman şiir çevirdim. Lisans üçüncü sınıftayken İslam öncesi şairlerden İmruul-Kays’ı, çağdaş şairlerden de Adonis’i Türkçeleştirme girişimlerim oldu. Bunları hâlâ saklıyorum. Fakat gerçek anlamda şiir okumaya başlamam eşim Elçin Sevgi’nin şiir yazmasıyla başladı. Çünkü her metninin ilk okuyucusu ve eleştirmeni ben oluyordum. Bu aşamada bir şairin şiir yazma sürecine de şahit oldum ve bu benim şiir okumaya bakışımı olumlu anlamda geliştirdi. Elçin Sevgi de benim çevirilerimin ilk okuyucusu oldu. Onun bir şair hassasiyeti ve gözüyle yaptığı düzeltmeler özellikle şiir çevirilerimde dil ve duyuş olarak gelişmemi sağladı.
ÇD: Son çalışmalarınızdan biri de 10. yüzyıl şairi el-Mütenebbi’nin şiirleri. el-Mütenebbi şiiri Türkçeye ilk kez çevrildi değil mi? Osmanlı döneminde çevrilmiş mi, bizim şairlerimizi, şiirimizi etkilemiş mi?
M.H.Suçin: el-Mütenebbi, Arap edebiyat tarihinde bir “edebiyat olayı”dır. Arap şiiri üzerindeki etkisi hâlâ devam ediyor. Başta Sa’di olmak üzere İran şairleri üzerindeki etkisi bilinmektedir. Onun şiirlerinin etkisi Endülüs’te İbranice yazan şairlere kadar uzanır. Şairlerimizden Nef’i ve Baki’nin de üzerinde tesirini fark etmek zor değil. el-Mütenebbi’nin Arap coğrafyası dışındaki şiirler üzerindeki etkisini anlatmak için geçen sene Alman meslektaşım Stefan Weidner’la birlikte Suudi Arabistan’a davet edildik. Orada şair Nef’i’den Arapçaya çevirdiğim birkaç şiiri okurken seyirciler arasından “Evet, bu el-Mütenebbi!” diyenler oldu.
Neden çevrilmediği meselesine gelince; Osmanlı döneminde birçok şair üç dilliydi. Türkçe, Farsça ve Arapça biliyorlardı. Bazılarının bu üç dilde de divanları var. Bu nedenle muhtemelen çeviriye ihtiyaç duyulmuyordu. Osmanlı döneminde Arapçadan Osmanlı Türkçesine çevrilmiş iki kaside var ama bunlara çeviri demek çok zor. İki dizelik beyitler birer paragraflık metinler halinde çevrilmiş ve çeviriden ziyade şerh niteliği taşıyor. Bu yüzden benim yaptığım çeviri, çeviri metin niteliği taşıması anlamında ilk çeviridir.
ÇD: Kitabın tanıtımında el-Mütenebbi sizin çevirinizle şöyle diyor: “Burası cinlerin oyun sahası/ Ama tercümansız dolaşmaz Süleyman bile.” Çevirinin, Hazreti Süleyman’a bile gerekli olduğunu ima eden bu alıntı, çevirinin gerekliliğini çok güzel vurguluyor. Okuduğumda cinleri çeviri makineleri olarak hayal ettim. Ne dersiniz, cinlerin oyun sahası diyebileceğimiz yapay zekâ çağında, makineler de şiir çevirebilir mi? Böyle bir çeviri, gerçek bir çevirmenin yerini alabilir mi?
M.H.Suçin: Şiirin bağlamına girmeden önce sorunuza cevaben diyebilirim ki, kuşların dilini dahi bilen Hz. Süleyman’ın bile “cinlerin oyun sahasında” tercümansız dolaşamaması, çevirinin ve çevirmenin vazgeçilmezliğine işaret ediyor. Yapay zekâ, dilin maddi verileri üzerinden belli bir düzeyde metnin anlaşılırlığını sağlayacak şekilde çeviri yapabilir. Bunu ne derece başardığını sizin Mehmet Şahin hocayla yürütmekte olduğunuz projenin sonuçlarından, daha fazla malumat sahibi olacağız. Yine de bu çevirilerde sapmalar olacaktır diye tahmin ediyorum. Fakat şiirin bağlamı, duygusu, şairin kendiliğinin şiirle birlikte alımlanarak çevrilmesi gibi şiiri şiir yapan ince detayları algılaması ve yansıtması beklenemez. Şiirin bağlamında “tercüman” kelimesinin kullanılması ise şairin Mısır sarayında yaşadığı kötü deneyim sonrasında İran’a davet edildiği süreçle ilgilidir. Şair Bevvan Vadisi’ni betimlediği kasidesinde bu söyleyişiyle Arap-Fars karşıtlığı üzerinden Fars ortamını ustaca yabancılaştırıyor. Şiir şöyle:
Bevvan Vadisi’nin konakları ki en güzeli konakların
Bahar neyse onlar da öyle mevsimler içinde
Vadide bir Arap genci olsa da
Yabancıdır teniyle eliyle diliyle onlara
Burası cinlerin oyun sahası
Ama tercümansız dolaşmaz Süleyman bile
(el-Mütenebbi, İnsanın Şarkısı, s. 181)
Şairden bir methiye yazması beklenen bir ortamda Farsların ve dillerinin ötekiliğinin öne çıkarılması oldukça cesur bir tavırdır. el-Mütenebbi Divan’ında “tercüman”, Arap-Bizans savaşlarında stratejik bir rol oynamış olan Kızıl Hades savaşının anlatıldığı kasidede de geçiyor. Burasının Kahramanmaraş’a bağlı Pazarcık’a yakın bir yer olduğu sanılıyor. Bu şiirde de “tercüman” şöyle yer alıyor:
Çelik zırhlarını sürüyerek geldiler sana
Atları üstünde geceleyin ayakları olmayan
Yeryüzünün her yönüne ilerleyen bir ordu
Naraları ikizler burcunun kulaklarında yankılanan
İçinde her dilden her milletten askerler vardı
Kimse diğerini anlamıyordu tercümanlar olmadan
(el-Mütenebbi, İnsanın Şarkısı, s. 147)
ÇD: Filistin’de yaşanan felaket ortada. O yüzden bu şiir gününü İsrail bombardımanında öldürülen, ölümlerini internetten duyduğumuz Refaat Alareer, Salim al-Nafar, Hiba Kamal Abu Nada gibi şairlere adıyoruz. Bu dirençli halkın bitmeyen acısını biz hep şiirle, şiir çevirileriyle öğrendik. Şiir dışındaki edebi alanlarda da güçlü olduklarını dile getiriyorsunuz sık sık ama şiir bu yerinden yurdundan edilen, yok edilen halkın asıl dili olabilir mi?
M.H.Suçin: Şiir insanoğlunun kendini ifade ettiği ilk edebî biçim gibi geliyor bana. Çünkü sözlü bir geleneğe dayanıyor. Bu özelliği şiirin kuşaktan kuşağa aktarılmasını ve korunmasını sağlıyor. Fakat nesir öyle değil. Onun korunması için yazıya ihtiyaç var. Bu nedenle birçok milletin edebî mirası şiire dayanır. Araplarda yaygın bir söz var: “eş-Şi‘ru dîvânu’l-Arab” yani “Şiir, Arapların divanıdır.” Burada “divan” kayıt, arşiv, kanon, ansiklopedi, bilgi birikimi, kültür platformu gibi anlamlar da barındırıyor. Bu yüzden Arapçaya antik Yunan felsefesi çevrilmiş olsa da şiir çevrilmemiştir. Dolayısıyla bu kadar merkezdeki bir türün ilk ifade aracı olarak kabul edilmesi de mümkündür elbette.
ÇD: Genç şiir çevirmenine ne öğütlersiniz, ayrıca çeviri şiir okuruna ne önerirsiniz?
M.H.Suçin: Genç çevirmenlere önerilerim:
- Kaynak ve hedef dilin şiir geleneklerini, geçirdikleri evreleri örneklerle anlamaya çalışın.
- Hemen şiir kitabı çevirmeye kalkışmayın. Çevirilerinizi önce şiir zevki gelişmiş insanlara okutun, fikirlerini alın, bundan sonra dergilere gönderin.
- Kaynak dildeki şiir, hedef dilde de şiir niyetine okunabilsin. Çevirdiğiniz şairin o şiirdeki sesini bulup hedef dilde “o sesi”, “o üslûbu” aktarmaya çalışın.
- Kaynak dil şairinin yaratıcılığı çerçevesinde yaratıcılığınızı harekete geçirebileceğinizi fark edin.
- Şiir çevirisi sürekli bir kâr-zarar yönetimidir. Aşırı kâr da aşırı zarar da başarısızlığa götürür. Çevirmenin mahareti ikisi arasında iyi bir denge kurmaktır.
Şiir okuruna önerilerim:
- Şiir çevirileri okurken “Türkçe yazılmış” gibi duran metinler beklemeyin. Ece Ayhan’ı, Edip Cansever’i çaba göstermeden anlayabiliyor musunuz? Öyleyse kendi toprağında “yabancı” bir metnin ayağına gitmek konukseverliğin de gereğidir.
- Şiir yazmak isteyen bir okursanız sadece tek bir kültürün şiirlerini okuyarak iyi şiirin, hatta şiirin ne olduğunu anlayamazsınız ve tabiidir ki kendi sesinizi bulmakta zorlanırsınız. Farklı kültürlerden, coğrafyalardan şiirler okumak size bambaşka yaratıların kapısını aralayabilir. Kapılarınızı, pencerelerinizi “öteki”ye ardına kadar açın ama onun gibi de olmayın.
- Kötü çeviriler sizin şiir zevkinizi bozabilir, bu yüzden çeviri becerisine güvendiğiniz çevirmenleri not edin.
Bu vesileyle UNESCO Dünya Şiir Günü’nü kutlar, dünyanın şiirinin daima kendini aşacak dinamiklikte olmasını dilerim.
Sayın Mehmet Hakkı Suçin’e şiir ve çeviri dünyası ile blogumuza katkılarından dolayı teşekkür ederiz.