Mütercimenin adı yok, feminist çevirinin var!
Yazar: Göksenin Abdal
Çeviri etkinliği, insanlığın tarih sahnesine çıktığı erken zamanlardan beri topluluklar arası iletişimin sağlanmasında yaşamsal öneme sahip olmuştur. Yazı ve işaret sistemleri farklılaştıkça çevirmenlerin görev alanı da çeşitlenmiş; çevirmenler kimi zaman savaş/barış dönemlerindeki iletişim süreçlerinde aracılık rolü üstlenirken kimi zaman da yerel dillere yaptıkları çeviriler yoluyla bilimsel bilgilerin farklı coğrafyalara yayılmasına olanak tanımıştır. Bu açıdan, çevirinin daha ilk tanımıyla dünyaya dair bakış açısının değişmesine katkıda bulunan bir eylemsellik arz ettiği düşünülebilir.
Çeviri eylemi, M.S. 4. yüzyılda Kitab-ı Mukaddes’i Latinceye çeviren Hieronymus’tan (Aziz Jerome) 1950’li yıllarda çeviri üzerine çalışmalar yürüten yapısalcı dilbilim kökenli araştırmacılara kadar birkaç istisna dışında çevirmeni yazarın ardından ikincil bir konuma yerleştiren bir bakışla tanımlanmıştır. Ancak özellikle 1970’lerden itibaren işlevselci araştırmacılar çeviride bağlamsallık temelinde öznelliği ve yaratıcılığı da öne çıkarmış ve çevirmeni yazar konumuna yaklaştırmıştır.
Çevirmen tanımına ilişkin asıl dönüşüm, 1980’lerin ortalarında çevirmenin başka dilde bir eserin temsili açısından yeniden yazar [rewriter] olarak tanımlanmaya başlandığı kültürel dönemeç [cultural turn] yaklaşımıyla ortaya çıkmıştır. Kültürel dönemeç yaklaşımı, geçmişten günümüze değin yazın dizgesinde yazar-çevirmen, kaynak metin-çeviri, dolayısıyla kaynak kültür-erek kültür arasında kurulan ikiliklerin sorgulanmasını sağlamış ve cinsiyet, ırk ve sınıf temelli hiyerarşilerin eleştirilmesine zemin hazırlamıştır. Feminist çeviri tam da bu eleştirel ortamda doğmuştur.
Feminist çeviri yaklaşımı, 1980’li yılların sonlarında Kanada’da İngilizce egemenliğindeki yayıncılık alanında Fransızca eser kaleme alan kadın yazarların konumunu, onların eserleri eleştirilirken kullanılan cinsiyetçi görüşleri ve dilin özündeki ayrımcı ifadelerin değişme potansiyelini ele alan bir çeviri yaklaşımıdır. Bu yaklaşımın merkezinde, yazardan daha alt bir konuma yerleştirilen çevirmen gibi erkekler karşısında ikincil bir konumda olduğu varsayılan kadın eyleyenlerin güçlendirilmesi ve buna engel olabilecek kültürel, dilsel ve yazınsal unsurların bertaraf edilmesi ana hedeflerdendir. Dolayısıyla, feminist çevirinin bir mücadele biçimi olarak verili eşitsizliklere karşı aktivist bir çaba niteliği taşıdığı da düşünülebilir. Bu hususta, dilsel dönüşüm hedeflerini aşan ve etki alanı devamlı genişleyen bir eylemsellik teşkil eden feminist çeviri kadın emeğine gerçek değerin atfedilmesi, kadınların uğradığı eşitlik dışı muamelelerin ortadan kaldırılması ve kadınların yaşamına ilişkin gerçekliklerin yeniden anlatılması için ataerkinin dört yandan kuşattığı toplumsal yaşama da bir müdahale biçimini alır ve cinsiyete dayalı ayrımcılık olduğu müddetçe eşitlik temelli bir mücadele biçimi olarak varlığını koruyacaktır.
Bir zamanlar bir erkeğin himayesinde eser yayımlamak, kendi çevirdiği metni “Bir Mütercime” şeklinde imzalamak ve erkek egemen yayıncılık alanında ve “yazarlık” mesleğinde erkek ismi seçerek ayakta kalmaya çalışmaktan başka çaresi olmayan kadın çevirmenlerin kendine ait bir çevirmen sesi bulup sesini gürce duyurabileceği yeni dünyalar yaratabilmesi çevirinin, emeğe, bilhassa onca ev işinden artan zamanında salonun bir köşesinde müsvedde kağıtları üzerinde çalışırken saatler geçiren kadınların emeğine dayandığının bilinmesiyle ve erkeklerin dünyasında bu emeğin silikleştirildiğinin fark edilmesiyle mümkündür.
Erkek yazarları bir düşünelim. Daha doğrusu, yazarlar dendiğinde aklımıza çoğunlukla erkek yazar ismi geldiğini fark edebiliriz. Çünkü yazmak, iktidarla, dolayısıyla erkeklikle özdeşleştirilmiştir. Çevirinin erkekliğe özgü iktidar alanı karşısında bilgiyi dönüştürme işlevi vardır ve bu onu ezilenlere yeni temsil alanları açma potansiyeli taşıyan ‘kadınsı’ bir eylem haline getirir. Şimdi bir de kadın çevirmenleri düşünelim. Bunca erkek yazar arasında kaç tane (kadın) çevirmenin ismi aklımıza geliyor?