Tercümana Neden Zaval Olmamalı…

Yiğit Bener

Çevirmenlerin meslek örgütleri, “Tercümana Zeval Olmaz!” başlıklı bir metnin altına imza atarak, çevirmenlerin sırf mesleklerini icra ettikleri için, yani bir metin çevirdikleri için yargılanmalarına izin veren Basın Kanunun II. Maddesinin değiştirilmesini talep eden bir kampanya başlattılar.

Peki, ama tercümana gerçekten zeval olmamalı mı ve neden?

Bunun garip bir soru olduğunu düşünülebilir. Gariptir de gerçekten! Ancak bizler garip bir ülkede yaşıyoruz ve ne yazık ki aralarında bizzat çevirmenlerin de bulunduğu bazı arkadaşlarımız, çevirmenlerin bir metin çevirdikleri için yargılanabiliyor olmalarını değil de, meslek örgütlerinin böyle bir kampanya başlatmasını yadırgayabiliyorlar: “Çevirmenler yargılanmasın diyorsunuz… Nasıl yani? Çevirmenler yargılanmasın da yazarlar mı yargılansın demek istiyorsunuz?” sorusunu soranlar bile var.

Bu soruyu soranlar, bu mantığa göre aslında “yazarlar yazı yazdıkları için yargılanmasın” demenin de yanlış olacağının farkında değiller… Öyle ya, bu ülkede karikatür çizdiği için yargılanan karikatüristler ya da haber yaptığı için yargılanan gazeteciler de var… O halde, “yazarlar yargılanmasın” demekle “karikatüristler, gazeteciler, ressamlar, müzisyenler, yayıncılar ya da sade vatandaşlar yargılansın” mı denmiş olacak?

Bir de: “Efendim, ifade özgürlüğü bir bütündür, böyle bölük pörçük savunulamaz” diyenler de var. O halde, örneğin TCK 301. Maddenin kaldırılmasını talep etmek de yanlış olacaktır, çünkü bu madde de ifade özgürlüğünü sınırlayan tek madde değildir. O zaman, ifade özgürlüğünü sınırlayan tüm kanun maddeleri kaldırılmadıkça, hiçbiri kaldırılmasın mı demeliyiz?

Hem… ifade özgürlüğü “kutsal” da, diğer insan hakları kutsal değil mi? İnsan hakları da bir bütün değil midir? İnsan hakları bölük pörçük savunulabilir mi? İnsan haklarına yönelik tüm ihlaller kalkmadan salt ifade özgürlüğünü elde etsek ne olacak? Birilerinin diledikleri gibi konuşması tüm sorunları çözecek mi? Dahası, insan hakları dediğimiz zaman sendikal hakları, sosyal hakları es mi geçeceğiz? Sendikal haklar elde edilmeden ifade özgürlüğü ya da diğer insan hakları ne ifade edecek? Hem… demokrasi sadece bunlardan mı ibaret? Temsilde eşitlik ve adalet sağlanmadıkça diğer haklar ne işe yarayacak? Ekonomik iktidar birilerinin tekelinde olduğu sürece demokrasi ne işe yarayacak… vb. vb.

Bu liste bu şekilde neredeyse sonsuza kadar uzatılabilir… ve bu mantıkla hiçbir kesimin hakları ve özgürlükleri için mücadele etmenin meşru olmadığı sonucuna varabilirsiniz. O zaman da tüm toplum kesimleri en geniş özgürlükler ve azami demokratik haklar konusunda uzlaşıp harekete geçmedikçe oturduğunuz yerde oturursunuz!

Ancak çevirmenlerin meslek örgütleri bu mantığa teslim olmak niyetinde değildir ve ortaklaşa harekete geçmeye karar vermişlerdir. Dahası, başka toplumsal kesimlerin hak arayışlarında bu tür bir “meşruiyet” sorgulaması yapılmazken, çevirmenler söz konusu olduğunda böyle soruların ortaya atılmasını da yadırgamaktadırlar açıkçası… Hatta “bunun nedeni acaba çevirmenlerin de bir toplumsal özne olarak ortaya çıkmalarına pek alışık olunmaması olabilir mi?” sorusunu da ister istemez gündeme getirme gereksinimini hissetmektedirler.

Öyle ya, çevirdikleri kitapların kapağına çoğu zaman adlarını koymaya bile gerek duymadığımız, en fazlasından bir köşeye küçücük puntolarla lütfen anmayı uygun gördüğümüz bu çevirmenler de kim oluyor mu denmek isteniyor acaba? Hak talep etmek de neyin nesi mi deniyor yoksa? Bir yazarın kitabını çevirmek onuruyla yetinmek yerine zaman zaman emeklerinin karşılığını da istemeye kalkıyorlar diye çevirmenlerden yakınanlar olduğunu biliyorduk… Şimdi de bir yazar adına yargılanmaktan dolayı gurur duyacaklarına ne hakla yargılanmak istemediklerini söylüyorlar diye bir şikâyet mi söz konusu?

Neyse ki herkes böyle düşünmüyor. Tam aksine, çevirmenin de bir çeşit yazar olduğunu, yoruma dayalı yaratıcı bir iş yaptığını söyleyenler de var. Ama işin garip tarafı, onlar da aslında aynı sonuca varıyorlar: “Tercümana Zeval Olmaz” denmek suretiyle çevirmenin bir “aktarıcı” konumuna indirgendiğini, hatta “aşağılandığını”, dahası bu talebi öne sürerek çevirdiğimiz metinlerin sorumluluğunu üstlenmekten kaçındığımızı, çevirmenliği düşünsel bir etkinlik olarak görmediğimizi söyleyen de var.

Daha ılımlı yaklaşanlar da var elbette. Bazı dostlarımız ve meslektaşlarımız da: “Tamam, peki, yargılanmak istemediğinizi söyleyin ama mutlaka bunun yanında açıkça ifade özgürlüğünden yana olduğunuzu da belirtin ki yanlış anlamayalım, bencil çıkarlarınızın peşinden koşup aradan sıyrılmak istediğiniz izlenimine kapılmayalım” diyorlar.

İşimizi yaptığımız için yargılanmak istemiyoruz demek suretiyle meğer ne de çok günah işliyormuşuz! Bu tür eleştirileri duydukça, okudukça, insanın neredeyse Basın Kanunun II. Maddesinin “iyi bir şey” olduğuna inanası ve “iyi ki böyle bir madde varmış, bu sayede çevirmenin ne kadar önemli ve onurlu bir düşünür olduğu daha iyi anlaşılıyormuş meğer… e bari o madde kalkmasın, biz de oturalım oturduğumuz yerde, boyumuzdan büyük işlere kalkışmayalım” diyesi geliyor!

Demiyoruz ama… diyemiyoruz… Yani bizler, çevirmenlerin meslek örgütleri olarak “Tercümana Zeval Olmaz” demeye devam edeceğiz, kimse kusurumuza bakmasın!

Evet, inatla ve ısrarla “Tercümana Zeval Olmaz” diyoruz, çünkü:

1) Tercümanın bir metin çevirdiği için yargılanması düz mantığa da, temel hukuk mantığına da aykırıdır. Çünkü bir metindeki düşüncenin içeriğinin asıl sahibi yazardır, çevirmen bu düşüncenin içeriğine müdahale edip onu değiştirme hakkına zaten sahip değildir, dolayısıyla çevirmenin bir metin çevirirken yaptığı iş, kendi düşüncelerini değil, bir başkasının düşünceleri kendi dilinde yeniden ifade etmekle sınırlıdır. Bu nedenle de “bir başkasına ait düşünceden dolayı” yargılanması abestir. Bunu belirtmenin yazarın “suçlu olduğunu kabul etmekle” alakası yoktur. Bu tıpkı hukukta “suçun şahsiliği” ilkesini savunmak gibi bir şeydir. Bu ilkeyi savunmak, “başkalarının suçlu olduğunu” kabul etmek anlamına mı gelir?

2) Çevirmenin yaptığı iş elbette yoruma dayalı yaratıcı ve düşünsel bir uğraştır. Ancak çevirmenin yazarın metnine müdahale hakkının, yani “yorumunun” ve “yaratıcı katkısının” bir sınırı vardır ve o sınır, asıl iletinin içeriğine sadakat sınırdır. Çevirmen, “yorum hakkını” suiistimal edip, yazarın söylediklerini eksik, fazla ya da yanlış aktararak, “ben bunu böyle yorumluyorum” bahanesiyle asıl düşüncesine aykırı bir içeriği o yazara mal edemez. Çünkü o zaman bunun adı “yorum” ya da “çeviri” değil, tahrifat olur. Çevirmen elbette “bir tür yazardır”… ancak yazarın kendisi değildir… yani çevirmen yalnızca yazarın düşüncelerinin aktarıcısıdır, evet (bunu ne kadar yaratıcı biçimde yaparsa yapsın): Örneğin bir çevirmen Marx’ın bir metnini çevirdi diye kendini “Das Kapital”in yazarı olarak görmeye başlarsa, psikiyatrların ilgi alanına girer… çünkü Marx’ın bir metnini çevirmek kimseyi Marx’la “eşdeğer” bir düşünür yapmaz! Çevirmen eğer, geçmişte ve bugün ülkemizde kimilerinin yaptığı gibi, kendinde çevirdiği yazarların metinlerinde hoşuna gitmeyen bölümleri sansür etme, değiştirme, olduğundan farklı ifade etme, hatta yeni pasajlar ekleme hakkını görmeye başlarsa, işte o zaman hem eserini çevirdiği yazara, hem de mesleğine ihanet etmiş olur… her şeyden önce de asıl metnin dilini bilmeyen ve onun içeriğine ulaşmak için çevirmene güvenen okurlara ihanet etmiş olur. Bu anlamda çevirmen, aynı zamanda güvenilir bir aktarıcı olmak zorundadır: Okur, yazarla arasına çevirmenin kişisel felsefi, dini ya da siyasi düşüncelerinin, inançlarının girmeyeceğine, bu nedenle asıl iletinin içeriğinin tahrif edilmeyeceğine güvenebilmelidir.

3) Çevirmenin yorum hakkı ve yaratıcılığı, bu aktarıcılık görevini doğru yapabilmesi için gereklidir, çünkü hiçbir dilin bir diğer dilde birebir karşılığı yoktur: içeriği sadık biçimde aktarabilmek, onu doğru yorumlamayı ve diğer dilin/kültürün olanaklarını en iyi, en yaratıcı biçimde kullanmayı gerektirir. Ancak, “yorum” hakkı, yazara “sadakat” yükümlülüğünden ayrı düşünülemez. Çevirmenin asıl sorumlu tutulması gereken şey, bu görevini ne şekilde yaptığıdır, yorum yaparken ve metni diğer dilde yaratıcı bir biçimde ifade ederken sadakat sınırını aşıp aşmadığıdır. Çevirmenin yorum hakkının ve yaratıcılığının bir sınırı olduğunu hatırlatmak, çevirmeni küçümsemek değildir. Aksine, yaptığı işin ne kadar zor, hassas bir iş olduğunu vurgulamaktır: Çevirmen son derece hassas bir teraziye sahip olan (yaratıcılık/sadakat gerilimi), kendi yeteneklerini ve yaratıcılığını bir başkasının düşüncelerinin ifadesinin hizmetine sunan, bu anlamda da hem beceri hem de özveri sahibi kişidir.

4) Çevirmen işini düzgün yaptığında, çevireceği metni yorumlayıp yaratıcı biçimde diğer dile aktardığında, bir başkasının, bir başka yazarın düşüncelerinin bir diğer halka, bir diğer kültüre özgürce ulaşmasını sağlamış olur. Dolayısıyla çevirmen, sırf varlığıyla bile düşüncenin özgürce tüm dünyada dolaşmasına, tüm dünya halklarına ulaşmasına aracılık eden kişidir. Çevirmenin işini yaparken özgür olması, baskı görmemesi, tüm dünya yazarların düşüncelerini, eserlerini diğer halklara diğer dillerde ifade etmelerinin de özgürlüğünün teminat altına alınmasıdır. Çevirmenin bu işi özgürce yapamadığı yerde ifade özgürlüğü olamaz, çünkü ifade özgürlüğü demek, her şeyden önce “düşüncesini, her yerde, her dilde ifade edebilme özgürlüğü” demektir… Oysa çevirmen olmadan sınır ötesinin düşünceleri asla başka bir ülkeye giremez, o ülkenin düşünceleri de asla kendi sınırlarının dışına çıkamaz. İşte çevirmen bu yüzden, yani düşüncenin tüm dillerde ifade edilebilmesinde vazgeçilemez bir aktarıcı olduğu için değerlidir, hayati bir öneme sahiptir.

5) İşte bu nedenle çevirmenlerin meslek örgütleri metinlerinde -sanki ikisi farklı şeylermiş gibi!-: “Efendim biz çevirmenler yargılanmasın istiyoruz ama aynı zamanda genel olarak ifade özgürlüğünü de savunuyoruz” türünden garip, kompleksli, savunmada ve çelişkili bir ifade kullanmadılar. Çünkü “çevirmenler yargılanmamalı” derken yapılan iş, dolaylı olarak değil, doğrudan doğruya ifade özgürlüğünün kendisini savunmaktır, tüm dünyanın yazarlarının ifade özgürlüğünü savunmaktır!

6) Çevirmenlerin mesleklerini yaptıkları için yargılanmaları, düşünce özgürlüğüne zaten karşı olan, ülkeyi içine kapatmak isteyen ve sadece “Devlet tarafından uygun görülen” düşüncelerin bu topraklarda yaşayan insanlara ulaşmasını isteyen, yani bu ülkenin insanlarını dış dünyadan tecrit etmek isteyen güçlerin bir tezgâhıdır. Meslek örgütlerinin kampanyası işte bu tezgâha karşı durmaktır. Çünkü bu ülkede yaşayan insanların ezici çoğunluğu anadilleri dışında bir dil bilmemektedir. Bilseler bile, bu dilbilgisi çoğu zaman yabancı dilde yazılmış bir eseri okuyacak düzeyde değildir. Çok iyi düzeyde yabancı dil bilenler bile en fazla bir ya da iki dile hakimdirler, tüm dünya dillerine değil! Dolayısıyla çevirmen, tüm bir ülkenin başka dillerde yazılmış eserlere, düşünceye, bilgeye ulaşmasında vazgeçilmez bir aracıdır. Bilginin yabancı dil bilen bir elit kesimin, bir azınlığın tekelinde kalmasını engelleyen kişidir, bu anlamda demokrasinin olmazsa olmaz unsurlarından biridir. Dolayısıyla, çevirmen üzerinde mahkeme yoluyla baskı kurmak, halkın bilgeye ulaşma hakkına yönelik bir saldırıdır. “Tercümana zeval olmaz” denmesi ise, bu ülkenin tüm insanlarının bilgiye ve düşünceye ulaşma özgürlüğünü savunmaktır, bu anlamda başlı başına demokratik bir mücadeledir, demokrasiyi savunmanın ta kendisidir!

İşte tüm bu nedenlerden ötürü, çevirmenlerin meslek örgütlerinin başlattığı “Tercümana Zeval Olmaz” olmaz kampanyasının altında yazarların ya da yayıncıların meslek örgütlerinin de imzası vardır, çünkü onlar, kimi çevirmenlerin ya da “çevirmen dostlarının” aksine, Basın Kanunun II. Maddesinin son zamanlarda çevirmenler aleyhine işletilmesinin aslında çevirmenlik mesleğinin “yapılabilirliğini” doğrudan tehdit ettiğinin farkındadırlar. Çevirmenin olmadığı yerde, çevirmenin elinin kolunun yasaklarla, tabularla, baskılarla, sansürle ve otosansürle bağlı olduğu yerde ne yazarın düşünceleri özgürce sınır ötesinde dolaşabilir, ne yayıncılık kalır, ne ifade özgürlüğü kalır, ne de demokrasinin kendisi kalır!

O halde, “Tercümana Zeval Olmaz” deme konusunda çevirmenlerin en ufak bir aşağılık kompleksine kapılmalarının anlamı yoktur. Asıl, yapılan bu işi “çevirmenlerin kendilerini kurtarıp aradan sıyrılmaları” olarak göstermeye çalışmak çevirmenleri ve çevirmenlik mesleğini küçümsemektir. Hepimize hakarettir! Yasakçıların ekmeğine yağ sürmektir.

Bu ülkede hak aramanın önündeki tek engel antidemokratik baskılar değildir: Çeyrek yüzyıldır bir darbe anayasasıyla, darbe zihniyetinin yasaklarıyla, tabularıyla yönetilen bir ülkede, baskı mağdurlarının bir kısmının bu yasakları, baskıları içselleştirmeleri, “baskı görmeyi” işlerinin doğal bir parçası olarak kabullenmeleri, bu sayede kendilerini bir tür “kahraman” olarak algılayıp teselli bulmaları ne yazık ki görülmemiş bir şey değildir. Dahası, yazarın, çevirmenin, düşünce ve eser üretenin esamisinin okunmadığı ve tek değerin “para” olduğu bir çağda, ancak baskıya uğradığında hatırlanan, “adam yerine konan” insanların bir tür mazoşist kültür geliştirmeleri ve “baskı görmeyi” var oluşlarını teyit eden bir “onur” olarak kabullenmeleri, hatta gizlice arzulamaları da insani olarak anlaşılır bir şeydir.

Ancak artık bu ülkede yasakların ve baskıların mağdurlarının da en az bu yasakları koyanlar kadar cesur olmalarının ve bu gidişe “dur” demelerinin, haklarını aramalarının zamanı gelmiştir.

Tüm dünyanın ve tüm çağların insanlarının dertlerine ve düşüncelerine tercüman olan çevirmenlerin yaptıkların işin öneminin farkına varmanın, çevirmenlere saygı duymanın ve hep birlikte “Tercümana Zeval Olmaz!” demenin de zamanı gelmiştir…