Edebiyat Çevirmenliğinin Meslekleşme Krizleri: İntihal ve Sözleşme Sorunları
Yazar: Sabri Gürses
Meslekleşme uygarlığın belirtilerinden biri olsa gerek. İnsan toplumu var oldu olalı, daha doğrusu insan toplumu diye bir olgu ortaya çıktığından beri, insanların meslekleri de vardır. Çünkü toplumsallaşma, bir arada yaşama, alışveriş ve mülkiyetin olduğu ortam onun içinde yaşayan bireylerin belli konularda uzmanlaşmış, düzenli olarak çalışıyor ve çalışmalarını tarihsel süreklilik içinde, birikecek şekilde yapıyor olmasını gerektirir. Buna karşılık, ancak böyle bir ortamda meslekler yani meslek çeşitliliği ortaya çıkabilir.
Sonuçta hiçbir iş, hiçbir meslek tek başına, başkaları olmaksızın ortaya çıkmamıştır. Her iş geliştikçe işbölümünü, işin tamamı dışında çeşitli parçalarında uzmanlaşmayı sağlamış, zorunlu kılmıştır. Güce dayanarak iktidara el koymuş padişah-yöneticinin başında bulunduğu imparatorluk toplumlarından halk seçimiyle başa gelen cumhurbaşkanı-yöneticilerin demokratik ulusal devletlerine dek her toplum uzmanlaşmaya, mesleklerin işbölümüyle dallanıp budaklanmasına ve karar vermenin birden çok aşamada söz konusu olmasına dayanmaktadır. Verilecek karar ister bir savaş kararı olsun, ister yeni bir medrese inşaatı olsun, yönetici bu kararı bir dizi danışmanın, farklı meslekten insanların aracılığıyla şekillendirecek ve uygulamaya sokacaktır ve bu kararlar uygulanırken yine işbölümü yapmış çalışanların eşgüdümü sayesinde iş gerçekleşecektir. Çağımızda, verilecek karar ister bir araba imalatı olsun, ister uzay araştırmaları olsun, yönetici bu kararı da yine çok sayıda danışmanın ortak çalışması, olasılıkların çok sayıda danışman, mühendis, bilim insanı ve uzmanlar tarafından incelenmesi sonucunda vermektedir. En eski insan toplumuna dek tek bir kişi tarafından verilmiş bir karar yoktur, en kötü durumlarda kararlar az sayıda insan, toplumun çok küçük bir kesimi, ayrıcalıklı bir grubu tarafından alınmakta ve bu kararlar da genellikle olumsuz sonuçlanmaktadır. Uzmanlaşma ve meslekleşmenin önemli bir yanı da budur; uzman, meslek sahibi bir mühendis-yöneticinin vereceği, uygulatmaya çalışacağı mühendislik kararlarının ve planlarının toplumun yararına ve başarılı olacağı gibi bir önyargı da geçersizdir. Bu tip kararlar ve planlar ancak çok sayıda tarafsız, çıkar gözetmeyen uzmanın, meslek sahibinin ortak, eşit incelemesi ve kararı sonucunda uygulanırsa başarılı olacaktır.
Tabii bu soyutlamalar bir yana, biz bir yana. Bizim toplumumuzun karmaşık bir tarihi var. Tarih sahnesine hem erken hem de geç çıkmış toplumlardanız; Türk toplumunu ister Orta Asya kökenli bir kurucu halkın tarihine dayanarak tanımlayalım, ister onu Anadolu içindeki bütün halkların birlikteliği ve bu birliktelik içindeki teklikleri olarak tanımlayalım, ister Roma İmparatorluğunun tarihsel sürekliliği içinde tanımlayalım, her koşulda tarihsel tasavvurumuz çok eskilere, mitolojik, efsanevi dönemlere uzanıyor. Bu tarihsel tasavvur içinde mesleklerin, toplumsal işbölümünün tarihsel gelişimini tarif edebilmek zor; günümüzde askerlik mesleğinin tarifini yaparken tarihini Yeniçeriliğe, devşirme askerlere dek uzattığımızda ona tarihsel bir zemin belirlemek zorlaşır, Memluklara ya da Orta Asyalı savaşçılara uzattığımız zaman da öyle. Diğer yandan daha yakın zamanda, şehir hayatına dair birçok mesleğin, hem de ekonomik hayatı belirleyici mesleklerin toplumumuza eşitliksiz girdiğini, 19. Yüzyıl sonu ve 20. Yüzyılda birçok işyerinde Türkçe konuşmanın yasak olması ya da en azından norm olmamasıyla biliyoruz. Cumhuriyetin ilk döneminde, 1923-29 arasında demiryolları, Haydarpaşa limanı ve tütün üretimi millileştirildi. Sonraki dönemde madenlerden tramvay ve elektrik şirketlerine, bira imalatına dek millileştirmeler yapıldı. Sadece 1933-1945 arasında demiryolları, limanlar ve belediye hizmetleriyle ilgili 21 yabancı şirket millileştirildi. 19. Yüzyılın uzun savaşlarından ve 1. Dünya Savaşından, ardından Kurtuluş Savaşı’ndan çıkan toplumumuzun çağdaş meslek hayatı bu süreçte başladı. Bizler mesleklerimizi bu zemin üzerinde kuruyoruz. Bürokrasi belli bir süreklilik içinde varlığını, mesleki kimliğini neredeyse kesintisiz sürdürebildi; bunu örneğin Reşat Nuri Güntekin’in Değirmen romanının olay örgüsünün günümüze dek eskimemiş olmasından gözleyebiliriz. Ama şehir hayatına, toplumsal hayatın üretimine ve yeniden üretimine dair meslekler 20. Yüzyılda hem yeniden kuruldu, hem de çoğu kez ilk kez hayatımıza girdi. Matbaanın geç kullanılması kadar önemli bir konudur bu.
Çevirmenlik ve Yayıncılık Tarihimiz
Çevirmenlik ve yayıncılık da bu ilkler arasındadır. Her ne kadar Türkçede çevirinin ve çevirmenliğin tarihi, her dilde olduğu gibi eskilere uzansa da, bir meslek olarak, çevirmenin toplum hayatının bir kahramanı olarak belirmesi çok yenidir. Özellikle Enderun’dan (1455-1833), devletin resmi çevirilerinde yararlanılan diloğlanlarından (17. Yüzyıl-1821), Tercüme Odası’na (1822) uzanan sürece baktığımızda, çeviri işinin meslekleşmesinin dar bir kesimde, çok geç zamanlarda ve toplumun günlük hayatına mesafeli olarak ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Matbaanın Türkçeye geç girmesi, dergi, kitap ve gazete yayıncılığının geç başlaması, edebi dilin standartlaşmasını ve bu iş alanlarında çalışan edebiyatçıların mesleki kimlik edinmelerini güçleştirmiştir. Bugün bile edebiyatla ilgili işlere bir hobi gözüyle, maceracılık gözüyle bakılmaktadır, sözlü ve yazılı çevirmenlik de edebi işler olarak aynı şekilde görülmektedir. Buna çevirmenliğin her toplumda marjinal, mesleki görünmezliği yüksek bir alanda yer aldığı söylenerek itiraz edilebilir, ama dergi, kitap, gazete ve daha sonra görsel-elektronik/dijital yayınlar, sinemadan televizyona, internete dek uzanan yayınlar alanında daha örgütlü ilerlemiş toplumlarla bizdeki durumu kıyaslamak güçtür. Komşu ülkelerden bir örnek seçersek, örneğin Rusya’da, bizim gibi geç, ama bizden erken modernleşmiş (ki aslında burada modernleşme makineleşme, teknoloji devrimini yakalama anlamını taşır) olan bu ülkede, dil çalışmalarının kurumlarla eşgüdümlü gelişmesi mümkün olmuştur; Büyük Deli Petro’nun ilk gazetesinden Yandex İnternet arama motoruna dek uzanan süreç hızlı ve birikimli bir modernleşmeyi, uzmanlaşmayı ve beraberinde meslekleşmeyi işaret eder. Bu sürecin bir benzerinin bizde hâlâ gerçekleşmemiş olması, bir arama motorunun ortaya çıkmamış olması önemli bir veridir. Rusça dünyasını kapsayan, Rusça içerik yaratma ve yaratılmış içerikleri kaydetme haline gelen, bu yolla Rusçaya dair büyük bir veri tabanına sahip olan bu arama motoru aynı zamanda Rusçanın bir Yandex Çeviri makinesine sahip olmasını sağlamıştır. Bu çalışmaların önemi kendini içine girdiğimiz, ABD-Rusya arasındaki yeni Soğuk Savaş döneminde de gösterdi; Rusya’nın Ukrayna’yı işgal ettiği, bu kötü savaş ortamında küresel tepkiyle karşılaştığı bir dönemde, Yandex adını Dzen diye değiştirerek resmi görüşün daha doğrudan temsil edildiği bir platforma dönüştü. Bu tip ideolojik ilişkileri Google, Twitter, Facebook ile TIT, CIA, Pentagon arasında da, birçok kez bu sistemlerin çeviri mekanizmalarını da etkileyecek şekilde görüyoruz. Bunu çok daha eski bir tarihe sahip olan Türkçenin elektronik macerasıyla kıyasladığımızda mesleklerin pratik alanlarının, uygulama alanlarının dijital dünyaya taşınması konusunda da derin bir sorun olduğunu da görürüz. Günümüzde çevirmenler, sözlü ve yazılı bütün çevirmenler mesleklerini dijital, sanal ortamda uygularken temel araç olan bilgisayardan yazılımlara dek her alanda yerli olmayan, yabancı araçlar kullanmaktadır; herhangi bir aksaklıkta bunun yerli muadilini kullanma imkanı yoktur. Yapay Zeka ya da makine çevirisi tartışılırken, bu tartışmalar küresel şirketlerin ürünlerinin Türkçeyi de kapsaması ölçüsünde yapılabiliyor, bunların Türkçe veriyi toplayıp işlemesi ölçüsünde bu araçlar kullanılabilir hale geliyor – bu da bu araçları kullanan çevirmenler için herhangi bir kriz durumunda çalışmayı güçleştirecek bir durumdur. Belli bir takım çeviri teknolojilerini kullanma eğitimi alan çeviri öğrencileri o teknolojileri, yazılım ve donanım bütünlerini kullanamayacak duruma geldikleri zaman, hatta belli birtakım küresel ödeme araçlarını kullanamadıkları zaman yaşanan krizlerden daha ağır krizler muhtemeldir.
Yaşar Nabi Nayır ve Nihal Yalaza Taluy: İki Öncü
Bizim için, yani Türkiye’de, Türkçe içinde, çevresinde düşünüp yazan, çeviren kişiler için dil dünyamızın çağdaş yayın olanakları ve teknolojileri içinde nasıl ve ne ölçüde temsil edildiği önemlidir. Dolayısıyla, bu dilin edebiyat ve yayın tarihinin köklü, kurumsallaşmış bir varlık göstermesi ve yayın ve çeviri teknolojisinin ona uygun bir gelişme sergilemesi de öyle. Bu da bu sürece katılan her kişinin, süreçte etken olan herkesin meslekleşme yolunda adım atmasıyla olmaktadır. 20. Yüzyılda yayın hayatımızın başlıca tarihi kişileri bunun öncüleri olmuş, çoğu kez ilk örnekleri ortaya koymuş kişilerdir.
Bu açıdan Yaşar Nabi Nayır etkileyici bir örnek olarak ele alınabilir.
Yaşar Nabi Nayır
1908’de Üsküp’te doğan Yaşar Nabi lise yıllarında yazarlığa başladı, 1929’da Galatasaray Lisesi’ni bitirdi. Lise yıllarında Yedi Meşaleciler adlı edebi akımın kurucuları arasında yer aldı. Mezun olup bankada çalıştığı dönemde dönemin dergilerinde yazılarının yanısıra makale çevirileri de yayınladı. 1933’te Varlık dergisini kurdu. 1940 yılında Türk Dil Kurumu’na, 1943’te Maarif Vekaleti’nin Tercüme Bürosu’na girdi. Burada birçok çeviriye editörlük yaptıktan sonra 1946’da yayıncılık tarihimizin en uzun süreli, en kalıcı yayınevi olan Varlık Yayınları’nı kurdu ve 1981 yılına dek çok sayıda kitabın ve yazarın yayıncısı oldu. Yayınladığı dergi ve kitaplarda dünya siyaseti ve kültürü üzerine çok sayıda yazı ve çevirileri yer aldı. Birçok tiyatro oyunu, şiir, hatta roman yazmış olduğu halde, günümüzde çevirmen ve özellikle yayıncı olarak tanınmaktadır.
Bu yönüyle, Yaşar Nabi’nin biyografisi Maarif Vekaleti Tercüme Bürosu’nun ülkemizde çevirmenliğin meslekleşme yönünde önemli adımlar atılmasını sağladığını ortaya koyan bir örnek olmaktadır. Yaşar Nabi’nin yayınlanmış çeviri kitaplarına baktığımızda 1938’de Kanaat Kitabevi’ne 3, 1939-43 arasında da Remzi Kitabevi’ne 5 kitap çevirisi yaptığını görüyoruz. Sonra, 1946’ya kadar Maarif Bakanlığı’nda 8 kitabı çıkmıştır. Varlık Yayınları’nın kurulmasıyla birlikte bakanlıktaki çevirileri kesilmiş, sonraki yıllarda daha önce başka yerlerde yayınladığı Panait İstrati, Moliere vb. yazarlardan çevirilerinin tekrar baskılarını kendi yayınevinden yapmıştır. Tercüme Bürosu’nda Yaşar Nabi’nin sadece çevirmenlik değil editörlük de yapmış olması (örneğin Erol Güney’in Rusçadan yaptığı çeviriler üzerinde çalışanlardan biri de odur), Büro’daki yayıncılık çalışmalarının onu özel bir yayınevi kurmaya hazırladığını, hatta belki de en başından Varlık Yayınları’nı oradaki çalışmaların bir devamı gibi gördüğünü gösteriyor. Gerçekten de Yaşar Nabi, eski adıyla Maarif Vekaleti, sonraki adıyla Milli Eğitim Bakanlığı yayınevindeki çalışmaların duraksadığı dönemde, oradaki çevirmenlerlerle kendi yayınevinde birlikte çalışmıştır. Bunun en ilginç örneği bir süre bakanlık için Rusçadan çeviriler yapan Nihal Yalaza Taluy’un Yaşar Nabi’yle birlikte Varlık Yayınları’nda düzenli biçimde çalışmalarına devam etmesidir. Bu mesleki birliktelik Taluy’un 1968’de vefat etmesine dek sürmüştür.
Nihal Yalaza Taluy
Yaşar Nabi’nin yayıncılığında ilginç bir nokta, çevirmenliğin mesleki normları bağlamında öncelikle akla gelen çevirmenin görünürlüğü sorununu en başından beri çözmüş olmasıdır. 1930’daki ilk çevirisinden itibaren adı çevirmen olarak kapakta bir öğe olarak yer almıştır. Varlık Yayınları’nda bu konuyu daha kararlı bir şekilde ele almış, adına kapakta yazarla yarışacak kadar iri puntolarla, yüksek görünürlük düzeyinde yer vermiştir. Bunu edebiyat çevirmenliğinin meslekleşmesinde önemli bir adım olmak görebiliriz. Ama ilginçtir, yayınladığı diğer çevirilerde, diğer çevirmenlerin, örneğin Nihal Yalaza Taluy’un bile ismi kapakta onunki gibi yer almamak bir yana, hiç yer almamıştır. Varlık Yayınları’nda kapakta çevirmen ismine ancak önemli bir edebiyatçıysa özel olarak yer verilmiştir. Bu çifte standartı nasıl yorumlamak gerekir, bilinmez: Yaşar Nabi kendini çevirmen olarak daha yetkin gördüğü için mi, yoksa yayınevinin prestijinde edebiyatçıların isminin çevirmenlerinkinden daha önemli bir rol oynadığına inandığı için mi böyle yapmıştı? Bu özel bir incelemeyle bile aydınlatılması güç olan bir konu, fakat buna rağmen, Taluy’un örnek bir Rus edebiyatı çevirmeni olarak ikonlaşmasında Nayır’ın ve Varlık Yayınları’nın önemli rolü olduğunu kabul etmek gerekir. Taluy’un ününü sağlamlaştıran şey MEB’de değil Varlık’ta düzenli, kesintisiz bir şekilde yayınladığı çeviriler oldu.
Bu ilişkiye bakarak, meslekleşme sürecine katkıda bulunan unsurların tekdüze olmadığı, çizgisel ve tekrarlanabilir etkilerin tam olarak söz konusu olmadığı söylenebilir: Kapakta, ilanlarda ismin görünmesi çevirmen isminin, şöhretinin görünür olması, kalıcı hale gelmesi için tek yol değildir – bu örnekteki gibi, editör-yayıncının isminin görünürlüğü de buna yardımcı olabilir. Ama süreklilik, peş peşe işlerle görünür olmak çalışmanın meslek haline gelmesi için şarttır. Nihal Yalaza Taluy da bir göçmendi, lise yıllarını Rusya’da geçirmişti ve Türkiye’de, özellikle de eşi Hayrettin Ziya’nın erken yaşta, 1945’te vefat etmesinden sonra çevirmenlik dışında bir işi olmadı. Bu serbest uğraşının sonucunda emeklilik hakkı ya da sağlık güvencesi elde edip etmediğine dair açık bir bilgi yok; muhtemelen eşinden kalan emekli maaşı dışında başka tek gelir kaynağı çevirmenlikti. Dolayısıyla, çevirilerinin düzenli yayını ve düzenli çeviri işi onun için şarttı; bu da çok sayıda kitap çevirmiş olmasını açıklayan etkenlerden biri olsa gerek.
Fakat bir uğraşın meslek olarak yerleşebilmesi ve o mesleği icra eden kişinin meslek sahibi olabilmesi için aynı zamanda o kişinin emeğinin korunması, anonimleşip ortadan kaybolmaması gerekiyor. Düz çalışanla meslek sahibini ayıran şeylerden biri budur; genel olarak ustalık diye adlandırdığımız, belli bir eğitim, deneyim sürecinin sonunda ortaya çıkan mesleki bilgi ve beceri, üretimdeki yeterlilik bir kişiyi meslek sahibi kılar. Bir şeyi yapma tarzı ortaya çıktığı, bir üslubu, ürettiği şeyi tüketenlerde alışkanlık yaratan, genel beğeni toplayan yaklaşımı belirginleştiği zaman kişi meslek sahibi olur. Görünürlük, ismin kayda geçmesi ve tekrarlanması değildir sadece, aynı zamanda belli bir yeterliliği işaret eder hale gelmesidir; ismin görünür bir yerde olmadığı – kapakta olmadığı, resme konmadığı – zaman bile akılla, duyguyla aktarılabilir bir işaret haline gelmesidir. Birinin bir işi kendi tarzıyla yapması, kendi tarzıyla görünür olması onun mesleğinin işareti olur. Bir işin onu bilen, işi yapmaya yeterli kişi tarafından yapılmasıyla onu yapmanın kendine has bir tarzını benimsettirmiş, alışkanlık haline getirmiş kişi tarafından yapılması da, meslekte usta ile üstat farkıdır.
Nihal Yalaza Taluy’un çevirisinin bütün kusurları, aksaklıkları ve bütün üstünlükleri, incelikleriyle birlikte Rus edebiyatı çevirilerinin temel örneklerinden biri haline gelmesi, onun çevirmenliği mesleki bir düzen içinde yapması ve böylece başkalarının yolunu açması sayesinde oldu. 1940’larda onun ve Hasan Ali Ediz’in dışında Rusça edebiyat çevirmenliği yapan yoktu; 1960’larda Mehmet Özgül ve Ergin Altay’ın ortaya çıkması onun mesleki mirası sayesinde, Rusça edebiyat çevirmenliğini talep edilen bir meslek olarak ortaya koyması sayesinde oldu. Özgül ve Altay uzun yıllar onun örneğini izlemeye ve de aşmaya çalıştılar. Ve elbette buna, Yaşar Nabi gibi yayıncıların Rus edebiyatını okurların talep ettiği bir yayın konusu Taluy’un işinde usta mı, üstat mı olduğunu nasıl değerlendireceğiz: Zamanına göre mi, şimdiye göre mi? Çeviri okurunun zevki zamanla üstatların mirasından beslenerek değişir, yenilenir.
Çevirmenliğin Meslekleşmesine Karşı Çeviri İntihalleri
Ama bir miras aynı zamanda korunduğu zaman miras olur. Ve dil uzmanlığı çerçevesinde şekillenen bir mesleki koruma, sadece tesadüfle ya da kişinin hukuki, mirasçı akrabalarının var olması sayesinde olmaz. Taluy döneminde Rus dili ve edebiyatı uzmanlığı kazandıran tek yer 1936 yılında Ankara Üniversitesi DTCF’de Rus Dili ve Edebiyatı Bölümü’ydü, dolayısıyla bu alandaki eğitim emekleme çağındaydı; Özgül ve Altay uzmanlıklarını askeriyede yapmış, ABD’deki kısa bir dil eğitiminin ardından öğretmenlik yapmış, bir yandan da üniversiteyle bağ kurmuşlardı. Tam anlamıyla dil uzmanı, mesleki yeterlilik sahibi çevirmen olabilecek, üniversite eğitimi almış kuşak Ataol Behramoğlu ve Azer Yaran’ın kuşağı oldu. O zamandan beri çeşitli üniversitelerde açılan Rus dili ve edebiyatı bölümleri bu alanda uzmanlaşmış ve Rus edebiyatından çeviri yapmayı meslek olarak yapmaya yetenekli kişiler yetiştiriyor. Bu bölümlerin öğrencileri ve mezunları çeviri ve yayın dünyasının bu dil alanındaki ihtiyaçlarını karşılamak üzere yetiştiriyorlar kendilerini.
Fakat, bu meslek edinme süreci 2000’lerin başında çok büyük bir dalga halinde ortaya çıkan çeviri intihallerinden ağır bir darbe aldı. Özellikle Rus edebiyatı çevirmenliği, o dönemde çok ve düzenli satan Rus klasiklerinin sahte, intihal, sözde çeviri metinlerle, çeviri intihalleriyle çoğaltılması, piyasanın sahte çevirmen isimleriyle kaplanması gibi olaylardan büyük zarar gördü.[1] Milli Eğitim Bakanlığı’nın görevlendirdiği bir komisyonun 2004 yılında hazırladığı 100 Temel Eser listelerinin yarattığı çeviri yayın piyasası da intihal dalgasını büyüten temel etkenlerden biri oldu. Sahte çevirmenli sahte çeviri yayınlayan yayıncı sayısı bir anda şiddetle arttı; bunların piyasayı kaplaması sonucunda gerçek, gerçek çevirmenlerle sahte çevirmenler arasındaki fark tüketici tarafından doğru dürüst bilinemez hale geldi. Bu sahtelerin gazete kampanyalarıyla dağıtılması gibi olaylar sürece yeni bir boyut kattı.
Çeviri intihalleriyle bireysel ve örgütlü çalışmalarla mücadele ettik. Konuyu 2005’te kurduğumuz Kitap Çevirmenleri Birliği’nde ve her yayınevinde dile getirmekle kalmayıp çevrim içi Çeviribilim dergisinde düzenli olarak bu konuda yazılar yazdım, bazı örnekleri ifşa ettim, posterler hazırladım (İlk yazı: “Gogol: Gerçekten Ölü Canlar” http://ceviribilim.com/?p=135; 30.04.2006). Daha sonra bu konuyu Betül Parlak’la birlikte Çeviri ve Etik toplantısında ele aldık ve akademik bir konu olmasını sağladık. Ardından örgütlü olarak Kitap Çevirmenleri Meslek Birliği (Çev-Bir) bünyesinde Türk Yayıncılar Birliği’yle (Yay-Bir) ortak bir çalışma yürüttük ve konuyla ilgili bir rapor hazırladık, konunun Yayıncılık Şurası’na taşınmasını sağladık. Sonunda da konuyu Mehmet Şahin’in girişimiyle bir TÜBİTAK çalışmasına dönüştürdük ve onun bulduğu Maria Teresa Turell’in yöntemini, Derya Duman’ın da katkısıyla geliştirerek metinlerin bilgisayar analizi yoluyla intihale karşı hukuki kanıt oluşturmanın yüksek oranda mümkün olduğunu kanıtladık. Çeşitli uluslararası toplantılar ve Routledge, Babel, Paralleles gibi ağırlığı olan uluslararası yayınevlerindeki makalelerle konuyu uluslararası gündeme taşıdık.
16 yıldır sürdürdüğümüz bütün bu çabalar intihal çeviri örneklerinin piyasadan çekilmesini, bu tür kitapların hepsinin somut kitapçılardan ve sanal kitapçılardan kaldırılmasını sağlamadı belki, ama kamuoyunda, en azından çeviri okurlarında bu konudaki bilincin artmasına yol açtı. Elbette, korsan kitabın önüne geçilemediği gibi intihal çeviri yayıncılığının da önüne geçilemedi. Bugün herhangi bir kitap satış sitesinde çok satan bazı klasik eserlerin 20’yi aşkın farklı yayınevinden “yayınlandığını” görmek ürkütücü bir durumdur. Fakat okurların önemli bir kısmı bu kalabalığın arasından gerçek çevirileri bulabiliyor, bu da umut verici bir şeydir ve bu büyük ölçüde benim gibi yeni kuşak, dil ve edebiyat bölümlerinden mezun olan, büyük kısmı kitap çevirmeni olarak Çevbir’de ve Çeviri Derneği’nde örgütlenmiş olan çevirmenlerin ve akademisyenlerin meslekleşme sürecine sahip çıkmalarının bir sonucudur.
Dolayısıyla, günümüzde edebiyat çevirmenliğindeki meslekleşmeyi öncelikle dil uzmanlığının, bir üniversitede alınan dil eğitiminin bir türevi olarak tanımlamak zorunlu görünüyor. Çeviri tarihimizin Nihal Yalaza Taluy, Yaşar Nabi Nayır gibi öncülerinin çabaları ancak bu şekilde bir bağlama oturabilir; yani onlar ülkenin modernleşme sürecinde çevirmenlik mesleğinin normlarının şekillenmesine katkıda bulunmuş ve Rusça, Fransızca ve diğer dillerdeki çeviri çalışmaları için ilgili üniversite bölümlerine öncülük etmişlerdir. Bu açıdan Yaşar Nabi’yle İstanbul Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı öğretim üyesi Tahsin Yücel arasındaki yayıncı-çevirmen ilişkisi de model oluşturacak diğer önemli bir örnek. Önde gelen, işi meslekleştirecek kadar sürekli yapan edebiyat çevirmeni örneklerine baktığımızda büyük kısmının üniversite çalışmalarıyla bağını koparmamış olduğunu görürüz. Gelecekte de bu hat güçlenerek devam edecek şüphesiz.
Meslekleşmenin Çalışma Koşulları: Telif ve Ücret
Yayıncılığın, matbaanın çağı yakalamasından, modernleşmesinden sıkça söz edilir, ama çevirmenliğin çağı yakalaması fikri çok dile getirilmez. Oysa bütün dil çalışmaları gibi, çevirmenlik de çağla birlikte gelişir, ama aynı zamanda sosyal olaylardan etkilenerek çağın dışında, gerisinde kalabilir. Türkçenin, Osmanlı dönemindeki tarihinde çevirmenliğin kurumsallaşmamış olması, günümüze kalan bir lonca mirasının olmaması şaşırtıcıdır; oysa çok uluslu, çok geniş topraklı bir yönetimin buna uygun bir çevirmenlik ekolü geliştirmiş, onu bir miras olarak bırakmış olması beklenirdi. Onun yerine, büyük ölçüde 19. Yüzyıl sonundaki çabalara ve 20. Yüzyılda Türkçenin ulusal dil haline gelmesine yaslanıyor modern çeviri mirasımız. Bu yüzden, çeviri alanındaki meslekleşme sürecinin kurumsal bir arkaplanda, eğitime, yani dil, edebiyat ve kültür tarihi eğitimi üzerinde yükselmesi çok daha önemli. Bunun için de intihalden, emek hırsızlığından yoksun bir ortamın karşılıklı olarak, hem çevirmenlik alanında hem de üniversite alanında yaratılması ve korunması, mesleki uygulama alanının, iş dünyasının normlarının bu süreçte geliştirilmesi gerekiyor.
Bu aynı zamanda çalışma koşullarının, ortamının üniversite tarafından sıkça ve ısrarla gözlenmesini, çeşitli araçlarla bu koşullardaki, ortamdaki çelişkilere müdahale edilmesini şart koşuyor. Günümüzde edebiyat çevirmenliğinin meslek olarak gelişmesinin önündeki engeller sadece mesleğin itibarını düşüren kitlesel intihaller gibi sorunlar değil, aynı zamanda yayıncılar arasında intihal yayıncılarının kolaycılığını hatırlatır biçimde, çevirmenin işini yazardan ayrı, türeme, keyfi olarak değiştirilebilir, yenilenebilir bir eklenti olarak gören kimselerin de zaman zaman ortaya çıkması gibi başka sorunlar da vardır. Bir çeviri öğrencisine intihal yaptıranlar gibi, bir kerelik, ömürlük sözleşmeler önerenler de var. Mesleki bilincini tam olarak kazanmamış ya da mesleğe girmek için bu fedakarlığı kaçınılmaz gören genç çevirmenler zaman zaman bir kerelik sözleşmeleri imzalıyorlar. Ve sadece gençler de değil, onlar gibi psikolojik ya da ekonomik baskı altında kalan çevirmenler de böyle sözleşmelere imza atabiliyor. Meslekleşme denkleminden çevirmeni çıkartan bir durumdur bu; yayıncının yabancı yazarla (onun ajansını çoğu kez denklemden çıkartamadan) doğrudan mesleki ilişki kurduğu bir denklem. Oysa çevirmenin emeği tıpkı yazarın emeği gibi çoğaltıldıkça gelir üreten, yayılması ölçüsünde değeri artan bir emektir; bu emeğin ekonomik ve prestij değerini koruyamadığı zaman yaptığı işi meslek olarak özümseyemez çevirmen.
Bu arada, bir kerelik, ömürlük sözleşmeleri eleştirirken son yıllarda yaygınlaşan bir başka sözleşme modelini de unutmamak lazım: Her baskıda azalan, 2., 3., 4. vs baskılarda azalan telif oranları içeren sözleşmeler de ömürlük sözleşme modelinin bir türevidir. Bunların bazılarında çevirmene peşin bir para verilmekte, sonra o para azalan telifle hesaptan düşülmektedir; bazılarındaysa oran azaldığı gibi, baskı 20 bini, 30 bini vs geçtikten sonra telif ücreti verilmemektedir. Görece iyi gibi görünse de, bu sözleşmeler de mesleki açıdan uygunsuz tekliflerdir: Yazar her baskıdan ücret alabiliyorsa, yayıncı, dağıtımcı vs kazanabiliyorsa, çevirmenin de kazanması gerekir ve bu kazanç oranının diğerlerinin oranından farklı azalması için bir sebep yoktur. Bu tip sözleşmeler çevirmeni mesleksiz, geçici çalışan, kiralık işçi vs tipi vasıfsız emekçi olarak görme eğilimlerinin bir ifadesi sayılabilir; geçimini hep bir sonraki işiyle güvenceye almaya sevk eder onu. Bu anlamda kayıtdışı çalıştırılan işçiden farkı kalmaz. Çevirmenin durumunu maaşlı çalışan tipinde görmek isteyebiliriz, ama sigortası, sağlık güvencesi, iş ve tazminat güvencesi vs yoktur. Aynı koşullar yazarlar için de geçerli – yazarların da sözleştikleri kitabın üretimine bağlı olarak işleri ve güvenceleri vardır. Onlar da mesleki açıdan gri bir noktada durur. Bu yüzden de bizde eskiden beri olduğu ve başka bazı ülkelerdeki gibi, edebiyat çevirmenleri – rolleri sık sık içiçe geçtiği için – yazar birlik ve sendikalarında yer almıştır. Edebiyat çevirmenlerinin telif, sözleşme, iş güvencesi, sağlık sorunları edebiyat yazarlarının sorunlarıyla içiçedir.
Sonuçta bütün bunların, yani edebiyat çalışanlarının, yazarların, çevirmenlerin, bütün yayın aktörlerinin çalışma koşullarının, meslekleşmenin temel bir konusu ve edebiyat ve çeviri mirasımızın temel unsurlarından biri olarak, yine üniversitenin, yani dil ve çeviri uzmanlarının ilgi alanında olmak zorundadır. Meslek sahibi insanların çağdaş, uygar toplumu bu yolla varlığını korur. Makinelerin, daha doğrusu makinelerin sahiplerinin bütün meslekleri tehdit ettiği bir dünyada bu konular özel bir aciliyet taşıyor kuşkusuz. Ve kuşkusuz, biz de gecikmiş durumdayız. Yine de, kitap çevirmenlerinin Anadolu beylikleri arasında gezerek çevirilerini beylere sunduğu, çalışmalarının onların kaprislerine bağlı olduğu zamanların koşullarını sürdürmek zorunda değiliz: İntihale, yanlış sözleşmelere karşı çıkan çağdaş bir mesleki kimliği uzmanlaşmak ve örgütlenmek yoluyla yaşatabiliriz.
[1] Burada Rusça çevirmenliği üzerinde durulmasının birinci nedeni, örnek olarak bir Rusça çevirmenini, Nihal Yalaza Taluy’u ele almış olmak; ikincisi nedeni de sözkonusu dönemdeki intihallerin çok okunan Rus klasikleri üzerinde yoğunlaşmış olmasıdır. Sorun diğer dillerde de yoğundur: Aralık 2022, elenmemiş Kitapyurdu güncel verisine göre 436 adet Charles Dickens, 736 tane Fyodor Dostoyevski kitap başlığı görünmektedir.
Yazar, çevirmen, akademisyen. Rusça ve İngilizceden çok sayıda edebi çevirisi bulunmaktadır. Nişantaşı Anadolu Lisesi’nde okuduktan sonra 1999 yılında İstanbul Üniversitesi Rus Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu. Yüksek lisansını Nabokov ve Yevgeni Onegin, doktorasını Yuri Lotman üzerine yaptı. Andrey Belıy’den yaptığı Glossolalia adlı çevirisiyle, 2010 yılında Uluslararası Rus Edebiyatı Çevirmenleri Merkezi/Puşkin Evi tarafından onur diplomasıyla ödüllendirildi. Oblomov çevirisi 2010 yılında Dünya Kitap tarafından yılın çevirisi seçildi. 2011 yılında Çeviri Derneği’nin Genç Soluk Ödülünü aldı. Yevgeni Onegin çevirisi 2018 yılında Rus Çeviri Enstitüsü ödüllerinde şiir dalında kısa listeye girdi, 2020 yılında Tolstoy çevirileriyle aynı enstitünün klasik eser çevirileri dalındaki birincilik ödülünü aldı. 2005 yılında Çeviribilim dergisini, 2013 yılında aynı adlı yayınevini kurdu.